11 Kasım 2015 Çarşamba

Atina

"Ooooo arkadasss, oosgeldiin!" İşte böyle karşılanacaksınız Türk olduğunuzu söyleyince. "Biz aynı dalda açan iki gülüz" dedi bir taverna müzisyeni, "Bizi politikacılar yıllarca düşman göstermeye çalıştı ama kardeş kardeşe düşman olmaz ki." "Anneannemler Ayvalik göçmeni" dedi bir diğeri. Bizde Selanik göçmeni olur ya... :) Onlar biraz Türk, biz çokça Yunan. Atina'ya "oos geldin, arkadass"




Yazıyı dandik gezi programları gibi açtıktan sonra - ki nasıl özeniyorum off bedava bedava geziyorlar - Athena'nın şehri Atina'yı gezmeye başlayabiliriz. Buyrun efem, siz önden...


Oteller

Her ortadirek gezgin gibi biz de otele harcanan paraya fena halde acıyoruz. Yatmadan yatmaya girilecek bir oda için gereksinimler: odaya özel temiz banyo/tuvalet, temiz çarşaflar ve güvenlik. Atina'da booking.com aracılığıyla bir çok uygun otel var. Bunlar daha çok Omonia ve Metaxa bölgelerinde. Omonia çok merkezi bir yer, tavsiyedir. Sokak aralarında bulunan bu dandik oteller gece dönerken sizi tekinsiz çevreleriyle tedirgin edebilir. No problem, siz yürümeye devam edin başınıza bir şey gelmez. Türkiye'de sağ kalabilenlere buralar pek etki etmiyor. Tabii otel meselesinin ucu açık, tamamen ayırdığınız parayla doğru orantılı olarak yükseliyorlar.


Şehri Keşfetmek

Atina'da hop on-hop off gezi otobüslerini tavsiye ederim. Bir kere Türkçe anlatım seçeneği ile İngilizce bilmeyen bünyelere ilaç gibi gelecektir. Başka ülkelerde Türkçe seçeneği bulmak çok zor. Ayrıca yaz aylarında çok sıcak olan bu şehirde yürümek çok kolay değil. Ağlamaklı olmuşluğum vardır "Ama çok sıceak yeaa" diyerek. Bir diğer seçeneğiniz ise metro. Her durağında ayrı bir dekorla ve serinliğiyle çok cazip. Üstelik bedava. Yeminle. Girişler açık, kart alıp basabilirsin tabii ama başında bekleyen yok, geç git. Rutin kontrollerde görevli sana gelip de biletini görmek isterse biletin 100 katı gibi bir ceza ödüyorsun. Seçim senin yani. Biz 1-2 denemeden sonra çata çuta bedava geçtik. heyecan seviyoruz herhalde.


İlk etapta görülecekler: Syntagma, Akropolis, Monastiraki üçgeni.

Akropolis

Şehrin tepesindeki bu antik alan Atina'nın simgesi. Mutlaka sabahın erken saatlerinde başlayıp öğlen olmadan çıkın buradan. Taşlar ısınmaya başladıktan sonra ayılıp bayılsanız da sizi kimse kurtaramaz, aşağı inmeye çalışırken ölür kalırsınız hayatta karışmam. Kış aylarında gittiyseniz, rüzgara dikkat edin, yüz felci tehlikesi var.
Kapıda çarşaf gibi bir bilet veriyorlar size. Her kapıda bir parçasını yırtıp teslim ediyorsunuz. Bu devasa açık hava müzesine deniz seviyesinden girip kimi yerde tatlı tatlı, kimi yerde yardıra yardıra yukarı tırmanıyorsunuz. Zeytin ağaçlarının arasından sağa sola bakınıp "Eee aynı Efes ki burası" demeniz olası. Tırmandıkça Parthenon tapınağı işin farkını ortaya koyuyor açıkçası. Adamlar (burada yazar Yunanlardan bahsediyor) onlarca yılda, tapınağın her bir parçasını bulup, sıfırdan ayağa dikmişler. Hala da devam ediyorlar. Rispekt! Tapınağın çevresindeki diğer ufak eserler de harika korunmuş, hepsine iyi bakılmış. Oraya buraya "eneee" diye bakarken önünüze bakmayı unutmayın tabii. Üstünde yürüdüğünüz taşlar tapınakla yaşıt ve artık cam gibi olmuşlar. Volkan ayağını kırmaktan kıl payı kurtuldu.

Tepede panaromik selfie de çektiyseniz artık inişe geçebilirsiniz. Zaten yol belli, bir şey kaçırmanız zor. Ikea gibi, mecburi yön. Rüzgar Kulesi'ni de gördükten sonra kendinizi Monastiraki meydanında bulacaksınız. Burada minik alçı heykeller, miğferler, incik cincik hediyelikler alabilirsiniz.

Monastiraki

Bu meydan genellikle sokak gösterilerine sahne olan, gençlerin gece 1-2 bira kapıp geldiği popüler bir yer. İçinde bir bit pazarı, "flea market" var. Burası tek sokağa sıkıştırılmış bir Eminönü, bir Kemeraltı tadında. Bi'milyoncu da var, av malzemeleri satan da, ayakkabıcı da. Mutlaka bu sokağa girin. Çok ilginç şeyler bulacaksınız. Sonlarına doğru bisiklet tamircisinin hemen yanında, köşede bir büfe var. Domuz yiyorsanız burada sosis yemelisiniz. Domuz tercih etmiyorsanız şişte köftesi de efsane. Yanına cacık da söylemeyi unutmayın. Önceki gelişimizde tesadüfen burada yedikten sonra bu kez özellikle gelerek iyi ızgaraya doyduk.

Monastraki'den Plaka bölgesine yürümek tam bir keyif. Her yer dükkanlarla ve küçük kiliselerle dolu. Kahve molalarını unutmayın. Diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak burada Türk Kahvesi (pardon Yunan Kahvesi) bulabilirsiniz!

Plaka

Yavaş yavaş akşam çökmeye başladığına göre Ouzo vakti gelmiştir. Günü bitirmeye hazırsak Plaka'ya gidebiliriz. Sıra sıra tavernaların arasında çok kötü yerler de var, harika olanlar da. Deneme yanılma yöntemini seviyorsanız siz bilirsiniz ama ben görevimi yapıp tavsiyelerimi vereyim: Plaka'nın meşhur merdivenli sokağına gidip en üstüne çıkın. İşte şurası:


Yaşlı ve aksi garsonu, buzukili canlı müziği ve güzel mezeleriyle gitmeye değer.
Hesabı okumaya çalışmayın, ödeyin gitsin. Hava sıcak, ouzo soğuk, ay lav yu atina.







Bir diğer tavsiyem biraz tuzlu ama değer.
Stamatopoulou Palia Plakiotiki Taverna'da canlı müziğe kolayca eşlik edebilirsiniz. Hepsi bildiğimiz şarkılar. Hele bir de müzisyenler Türk olduğunuzu anlarsa pistte kendinizi buzukici amcayla "tin tin tinimini hanım" eşliğinde oynarken bulabilirsiniz. (ben diil yaa, bi arkadaş)

  
 

Plaka'da gündüz saatlerinde de hayat var. Merdivenli sokakta kahvaltı edebilirsiniz. Kahve içebilir, gelene geçene bakıp kılığına kıyafetine kulplar takabilirsiniz.

Plaka bölgesindeki bir diğer tavsiyem Brettos. Burası binbir çeşit özel yapım likör ve şarap bulabileceğiniz bir mekan. Likörlerden shot bardaklarında tadabilir ve eve getirmek için şişe satın alabilirsiniz. Hepsi birbirinden lezzetli, üstelik atmosferi de çok çekici.



Syntagma

Şehrin ana meydanı olan Sytagma'da Parlamento Binası ve önünde saat başı gerçekleşen nöbet değişimi görülüyor.
Bu askercikler üstlerindeki yün üniformalarla nasıl erimiyorlar anlamak mümkün değil. Eteklerinde 600 pile var, her bir pile "Türk esaretinde" geçirdikleri bir yılı temsil ediyor. Her sabah pileleri tek tek kendileri ütülemek zorundalar.

Buraya gelmişken meydan yakınındaki MastihaShop'a uğrayıp yerel ürünlerden almayı unutmayın. Damla sakızlı ezmeler, sular, mandalinalı şekerler, balsimik soslar harika hediye oluyor. Yaz aylarında meydan yakınında bir Magnum dükkanı da açık bu arada.

Teleferik ve Kolonaki


Syntagma meydanından yürüyerek teleferiğe geçin. Yukarıda şehri Pire limanına kadar görebilir, cafesinde dinlenip yemek yiyebilirsiniz.



Pire limanı demişken, gitmenizi tavsiye etmem. Biz birşey bulamadık. Büyük turist gemilerinin yanaştığı koca bir limandan ibaret. Ya da biz bulamadık güzel taraflarını diyeyim. Zaman kaybıydı.

Teleferiğin altında Kolonaki bölgesi var. Burada çeşitli kafeler ve barlar, marka mağazalar sıralanıyor. Turistik bölgelerden çıkıp Atinalıların günlük hayatına girebileceğiniz bölge tam olarak burası oluyor. Kendinizi ucuz alışverişin kollarına bırakmak istiyorsanız, adresiniz Halandri. Metroyla ulaşabileceğiniz bu semtte dizi dizi butikler cep yakmayan fiyatlarıyla, göğsünüzü gere gere "Ay bunu Atina'dan almıştım şekerim" havası atma fırsatı sunuyor.


Glyfada ve Vouliagmeni Gölü

Açıkçası bu şehrin en sevdiğim kısmı metro ile denize girmeye gidebilmeniz. Yani... Nerede var ki böyle bi'şey?  Şehir merkezinden şipidik terliklerinizle metroya binip Elliniko durağında indiğinizde sahile ulaşmış oluyorsunuz. Buradan belediye otobüsüyle caanım Glyfada bölgesine gidebilirsiniz. Birbiri ardına sıralanmış sahiller sizi bekliyor olacak. Üstelik yaz ortasında bu kadar kolay ulaşılabilen ücretsiz sahillerin çok kalabalık ve rahatsız edici olacağını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Geniş geniş yayılın, ve Ege denizine karşı kıyıdan dalmanın tadını çıkarın. Ücretli beachler de var, fiyatlar hiç de uçuk değil.



Biraz daha güneye devam ederseniz Voulagmeni Gölüne gitmeyi unutmayın. Burası yüksek kayalarla çevrilmiş, yemyeşil ve içinde şifalı balıklar barındıran huzurlu bir göl. Çevresine kurulmuş olan tesiste yeme-içme, duş, tuvalet gibi hizmetler mevcut ve başarılı.

Bitirirken...

Bence Atina, yurt dışı deneyimini ilk kez yaşayacaklar için biçilmiş kaftan. Kültür şoku yok (hiç yok), hem turistik gezinizi yapabilir hem sahilde rahatlayabilirsiniz. Sıkılmanız söz konusu değil ama göz korkutacak kadar büyük de değil. Yemek kültürü açısından midenize yabancı değil, hastanede gözünüzü açmazsınız.
Öte yandan, gezi amacınız yepyeni bir kültür deneyimi ise Yunanistan'ın pek tatmin edici olmayacağını söylemeliyim. Sonuçta sokakta haşlanmış mısır, büfede döner, markette baklava, kafede Türk Kahvesi satılan bir yerden söz ediyoruz.

Not: Gittiğinizde Atina'nın sokaklarında yürürken nefis graffiti eserlerini gözden kaçırmayın ;)


21 Ağustos 2015 Cuma

Marsilya

Uyarı: Bu yazı çok fazla deniz ürünü içerir.

2500 yıllık geçmişi, yılın 300 günü güneş alması, harika deniz ürünleri, şarapları ve bunlara rağmen turistik olarak tam bir başarısızlık olan sevgili Marsilya. Ah bebeğim seni bana verseler neler yaparım, harcanmışsın.

Hava limanından merkeze ulaşım için en kolayı ve koforlu yol olan shuttle otobüsleri seçtik. Bizdeki havaş, havataş gibi işte. Tek yön 8,20€, dönüşü de alırsak 13,10€. Otobüs bizi tren garında bıraktı, ki burası şehir merkezi oluyor. Biz tabii ki ilk iş internet arayışına girdik. Bu konuda hasta ruhluyuz, kabul. GSM firmalarına giriyoruz data paketli sim kart için ama anlaşamıyoruz. İngilizce bilen insan bulamayacağımızı yavaş yavaş seziyorum ama kondurmak istemiyorum. Tarzanca anlatıyorum "internet" diyorum "data" diyorum "sim kart" diyorum telefonu gösteriyorum filan. Binbir şebeklik. Sonunda anlıyoruz ki limana yakın yerlerde bulabilirmişiz, burada yokmuş. Peki, buna da şükür.



Gar'ın tarihi merdivenleri harika. Şehrin selfie merkezi diyebiliriz. Şehre inen "heyoo biz geldik" tadına bir selfie atıyor burdan. Atmayanı Fransız polisleri kovalıyor.

Hava öyle bir sıcak ki, seviyesini ancak şu resim anlatabilir:



Otele yürürken şehirdeki Arap etkisi gözüme, çiş kokusu da burnuma çarptı. Marsilya'da bu ikisinden kaçış yok. Arap pastaneleri ve tabii ki bizim kebapçılar her yerde.


Toinou

Liman otelimize yürüyerek 10 dakika mesafedeydi. Biz iki aç hemen şehrin en ünlü deniz ürünleri restoranına attık kendimizi. İsmi Toinou. Önünde deniz ürünleri satışı yapılıyor, içeri geçip yemek servisi de alabiliyorsunuz.

 


 





Karanlık ve terk edilmiş haline bakıp kapalı sanmayın. Girin girin çekinmeyin. Biz baya tereddüt ettik ama sorduk açıklarmış. Tarzları böyle herhalde.


Düşünün ki şehrin en ünlü, her yerde yazılıp çizilmiş bir mekanına giriyorsunuz. İçeride bir adam var, şef kılıklı; kasaya da o bakıyor yemeği de o yapıyor. Geleni karşılayan zaten yok.  Ama sabredin çok güzel şeyler olacak.




Şikayetlere devam ediyorum. Ekmek 1€. Sen Türk'e ekmeği neden parayla veriyorsun arkadaşım? Dayak mı istiyorsun? Şarap aldık buz kovası yok. Wi-Fi yok. Ne var oğlum sizde? Sonra anladık ne olduğunu biraz daha sabır. (Of çok heyecanlı...)

Kum midyeli makarna ve sucuklu midye söyledik. Sucuklu midyeyi tabii ki Volkan söyledi çünkü açık söyleyeyim sucuklu midye fikri beni hayattan soğuttu önce.  Ama utandım mı? Hem de nasıl.




Yukarıda gördüğünüz kareler Marsilya'ya aşık olma nedenidir. Marsilya'da kaldığımız günler boyunca midye yemekten cıva zehirlenmesi geçirmenin eşiğine gelme nedenidir.

Su bedava. Bildiğin sebil var, buz makineli filan. Aferin. Zaten yemekler 10/10. Hadi affettik.

Liman

Karnımız doyunca limana indik. U biçiminde, derli toplu, sevimli bir liman. Ortada her sabah balık pazarı kuruluyor. Marsilya ve pazarlar konusuna daha sonra geleceğim. İnternet arayışına girdik ama anlaşamama sorunu devam etti. Bir yerde bize o kadar abuk bir fiyat verdiler ki  - sanırım 30€ civarıydı - pes ettik.

Limanın çevresinde restoranlar, cafeler ve hediyelik eşya dükkanları var. Sol kolda bir sabun müzesi var. Alışveriş de yapabiliyorsunuz. Yalnız... Dikkat şikayet geliyor: Dükkanlar hep kapalı. Sabah 10'dan önce açmazlar, 15'te kapatır siesta yapar 19'da tekrar açarlar. 21'de tekrar kapatırlar. Anlayan varsa beri gelsin. Sıcaksa bana da sıcak, alışveriş zor zanaat.

Liman'ın sağ tarafından kıvrıla kıvrıla yolu takip ettik. Tekne direklerini ve görkemli binaları  geride bırakıp ticaret limanına geldik. Yolun sonunda bizi şehrin katedrali olan St.Marie Majeure katedrali karşıladı.
Büyüklüğü korkutucu boyutlarda ve kubbesi de dünyanın en yükseklerinden biri.





Petit Train
Bir şehirde minik tren varsa biz de varız. Bayılıyorum bunlara ne yapayım. Limanın sağ tarafından kalkıyorlar. Notre Dame de la Garde katedraline bununla çıkıp, katedrali dolaşıp 1 saat sonra diğer trene binerek limana inebilirsiniz. Tren tepeyi tırmanırken sorun yok da inerken tırsmadım desem yalan söylemiş olurum. Nasıl tespih böceği gibi top haline gelip aşağı yuvarlanmadık, fizik bunu açıklayamıyor.

Notre Dame de la Garde
İçi standart, dışı kocaman heykelli katedral.
 

 Buradan şehir manzarası güzel.


 

















Alışveriş Çabaları 

Aşağı inip limanın sol tarafına geçtik. Arka sokaklarda ufak cafeler ve hint restoranları var. Hard Rock cafe de bu tarafta. Hard Rock cafenin yanında 2 tane hediyelik eşya dükkanı var. Hem fiyatları uygundu hem de çok çeşit vardı. Alacağınız şeyler zaten belli: Lavantalı sabun, zeytinyağı, böcekli bilumum objeler. Cicada bu böceğin adı. Diyoruz yahu bu bir yerden tanıdık. Biliyorum ben bu böceği ama internetim yok ki!!! Bakamıyorum. Sonra wi-fi bulunca baktım. Bildiğimiz dandik ağustos böceğiymiş. Adamlar ağustos böceğini kendilerine simge yapmışlar. İnanın neden diye sormadım vardır herhalde bir nedeni. 

Pazarlar

Limanın orta kısmında sabahları muhteşem bir balık pazarı kuruluyor. Bizim gibi denizden babası çıksa yiyecek kişiler için tam bir cennet. Yok yok. Her şey günlük yakalanıp burada satışa sunuluyor.

Limandan yukarı çıkan ana caddenin ara sokaklarında ise sebze meyve pazarları hep açık. "Sicilya Kavunu" var mesela, ilginçtir İtalya'ya gittiğinizde aynısını "Marsilya Kavunu" diye satıyorlar. Halbuki güzel bir meyve, neden birbirlerine itelemeye çalışmışlar anlayamadım. Çarkıfelek meyvesi, kumkumat filan alın. Yürürken yersiniz, mis gibi. Sarımsak turşusu da alın bak kesin.

 
 
 



Diğer Yiyecek-İçecek Tavsiyeleri
Chez Noel çok meşhur bir pizzacı. Gittiğimize pişman olmadık. Çıkınca 1-2 dükkan aşağısındaki pastaneden kafam kadar beze aldık. Fransız tatlısı bulmak zor, daha çok Tunuslu ve Faslıların açtığı dükkanlarda bulunan şerbetli tatlılar var. Fransa'da mıyız Gaziantep'te mi belli değil. Yanında da nane çayı veriyorlar. Koca su bardağıyla geliyor ama 3 yudumdan fazla içilmiyor, alışmak lazım herhalde. Espresso iyidir. Alkol alınacaksa tabii ki şarabın dışında Pastis var, Fransız rakısı. Yılların rakıcısı babam tarafından test edilip onaylanmıştır, ouzo'ya burun kıvırıyor ama Pastis'i beğendi. İçebiliriz, izin çıktı. Midye'yi öğlen saatlerinde yediğinizde kremalı almamaya özen gösterin. Çok ağır geliyor. Bir de limanın sağında bir "all you can eat" restoran var. 22€ verip merak ettiğiniz her şeyden tadabiliyorsunuz. 9€ olan küçük karaf şarap da iki kişiy yetiyor. Ha, bu arada, kahvaltılar için kruvasan ve soğuk sandviç dışında seçenek yok.

 

 

 


Bu yeşil şey ne?? Volkan deli oldu, içecek illa. Bütün cafelerde milletin elinde bu var. Oturuyoruz bir yere. Garsona diyorum ki "yeşil bir şey içiyorlar ondan istiyoruz." İngilizce yine yok. Üstümdeki yeşili gösteriyorum, içecek işareti yapıyorum, etrafta da içen yok aksi gibi. Anlatmaya çalışıyorum, anlamıyor söyleniyor, bağırıp çağırmaya başlıyor. O da haklı belki. Kalkıyoruz. Sonra başka bir yerde gösterip içmeyi başarıyoruz. Naneli şurup koyup üstüne bildiğimiz sade gazoz çekiyorlarmış efendim. Hey Allahım. Neyse ben bişey demiyorum.

Plajlar

Güney Fransa'ya geldiysek o denize girilecek elbette. Diğer ülkelere kıyasla epey kolay olan bilet otomatından biletlerimizi alıp David Plajına gittik. Adını oradaki Davut heykeli replikasından alıyor. (Orijinali Floransa'da) Plajlarda şemsiye ve şezlong bulmak hem çok zor hem de gereksiz pahalı. Serdik havluları oturduk. Ama denize girmek mümkün değil çünkü buzz... Haziran'da Marsilya'da denize girilmiyor demek ki. Herkes plajda oturuyor zaten ayağını sokan yok, bi biz manyak gibi denedik. Herhalde 1 dakika bile kalamamışımdır. Volkan zaten denemedi, Bodrum'un çorba gibi suyuna giremeyen birinden söz ediyoruz sonuçta.


Vallon des Auffes

Marsilya'nın en meşhur şeylerinden biri de boullabaisse (buyabez) yani balık çorbası. Eskiden ucuz bir yemekmiş ama şimdilerde turistik ve sosyetik olmuş. Yemeden dönmeyin dediler, Chez Fonfon'a gidin dediler biz de Vallon des Auffes bölgesine geldik. Aman ne iyi ettik çok güzel bir yer burası. Fakat boullabaisse yemedik. Nedeni bir porsiyonun 50€ olması olabilir mi? Siz yerseniz anlatırsınız bu kadar para edenin ne olduğunu. Biz bu konuda cahil kalmayı tercih ettik.





 


Bisiklet Keyfi

Şehrin her yerinde bisiklet kiralama otomatları var. 

 



Birkaç saatliğine kiralayıp kredi kartı ile ödeme yapabiliyorsunuz. Zaten şehrin altyapısı her yere bisikletle gidebilmenizi sağlıyor. Bizdeki gibi kamyonların altında kalma tehlikesi yaşamazsınız. Ha, bişey olursa da ambulansın gelmesi 10 saniye filan sürer sanırım çünkü şehirde sürekli polis ve ambulans sireni duyuluyor. Büyükşehir çalışıyor.












Bitirirken...

  • Öncelikle yediğimiz deniz ürünlerinden herhangi bir komaya girmediğimiz için şükürler olsun. 
  • Biri o sokakları yıkasın, hakikaten bazen berbat kokuyorlar. Çiş kokmayan yerler ıhlamur kokuyor bak ne güzel.
  • Marsilya'yı daha turist dostu bir şehir haline getirmek gerek, beni belediye başkanı seçerseniz ilk icraatım bu olacak.
  • Limanın çevresinden fazla ayrılmayın, şehrin çok içlerine girmeyin, Marsilya çok güvenli bir şehir değil.
  • Dönüşte bizi boardingden 1 saat önce sıraya sokup ayakta bekleten ve yaşlı insanların tuvalete gitmesine bile "güvenlik nedenleriyle" izin vermeyen Fransız havaalanı yetkililerine de buradan selam gönderiyorum.
  • Tamam tamam bitti.